deneme bonusu veren siteler bahis siteleri

deneme bonusu veren siteler

deneme bonusu veren siteler youtube mp3 bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler meritking kingroyal deneme bonusu veren siteler bonus veren siteler casinorulet.com casino siteleri

Fakir Yılmaz
Köşe Yazarı
Fakir Yılmaz
 

Toprağın doyurmadığı, doldurduğu gözler..

Toprağın ancak gözlerimizi doldurup, doyurduğu şu fani dünyada adliye koridorlarındayım. Teknolojinin bile bu yoğunluğa dayanamayıp çöktüğü, adaletin olmadığı söylenen adliyenin ÜYAP sisteminin arıza nedeniyle devre dışı kalması kadar, benim gibi ellerinde dilekçe bir o yana bir bu yana koşturanları izliyorum. Bir taraftan başta icra dosyaları olmak üzere kamyonlar dolusu mahkeme dosyalarının balyalandığı merdiven altlarını görüyor diğer taraftan ellerinde boşanma dilekçeleriyle kara kara düşündüklerini.  Sanırım başta  TRT'nin olmak üzere havuz medyanın dizilerinden etkilenmiş olacak ki İstanbul sıcağı yetmezmiş gibi adliyenin bunaltıcı havasına rağmen başına taktığı kalpakla cübbeli avukat gibi onca avukatın ve davalıların doldurduğu adliye koridorlarında "muhabere ön büroya" yönlendiriliyorum. Buranın da kaç blok olduğunu bilmediğim hakim ve savcılara özel kapılar, avukatlara indirimli otoparkıyla adeta tıka basa dolu olan adliyede muhaberenin anlamını yitirmiş bir davayı takip ediyorum.  Benim de içinde olduğum davada taraf olanların yazdıkları savunma dilekçeleri ile sanki İsrail ve Filistin misali füze fırlattığını hissederek.  Sözlük anlamı gazetecelik meseğimi de ifade eden,  anlamı "Haberleşme, yazışma,iletişim"  olan muhaberenin adliyedeki anlamıysa "kurum içi yazışmalar, savcılık, mahkemeler ve bağlı birimler ile yapılan yazışmalar" anlamına gelirken baba yarısı olduğu söylenen ve babalık yapması gerekirken gerçek düşman gibi ünvanını da kendi lehine kullanarak adliyedeki kurumları arayıp, açtığı davaları kazanma uğruna füze üzerine füze gönderircesine açtığı davalara karşı savunmamızı yapmaya çalışıyorum.. Yazımın başında da belirttiğim gibi gözünü toprak doyursun diye  Selim Eroğlun'a ait bir hikaye vardır. Bu duruma öylesine uyuyor ki sizlerle paylaşmak istedim; Halinden, yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu. Oradan geçmekte olan ülkenin padişahı, bu gariban adamla ilgilendi ve ona: Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim´ dedi. Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar, balıkçıya: Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı´ diyerek alıp sarayına getirdi. Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti. Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu. Görünüşte beş on altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular, kemik bana mısın demedi. Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu. Bunda bir sır olduğunu anladılar. Bir alimi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular. Alim, kemiği şöyle bir eline alıp baktıktan sonra şu açıklamada bulundu: Bu kemik, açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine de yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.." Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi İşte toprağın ağırlığı insan oğlunu tarttığı ve doyuramadığı vefasız dünya..
Ekleme Tarihi: 22 Haziran 2023 - Perşembe

Toprağın doyurmadığı, doldurduğu gözler..

Toprağın ancak gözlerimizi doldurup, doyurduğu şu fani dünyada adliye koridorlarındayım. Teknolojinin bile bu yoğunluğa dayanamayıp çöktüğü, adaletin olmadığı söylenen adliyenin ÜYAP sisteminin arıza nedeniyle devre dışı kalması kadar, benim gibi ellerinde dilekçe bir o yana bir bu yana koşturanları izliyorum.

Bir taraftan başta icra dosyaları olmak üzere kamyonlar dolusu mahkeme dosyalarının balyalandığı merdiven altlarını görüyor diğer taraftan ellerinde boşanma dilekçeleriyle kara kara düşündüklerini. 
Sanırım başta  TRT'nin olmak üzere havuz medyanın dizilerinden etkilenmiş olacak ki İstanbul sıcağı yetmezmiş gibi adliyenin bunaltıcı havasına rağmen başına taktığı kalpakla cübbeli avukat gibi onca avukatın ve davalıların doldurduğu adliye koridorlarında "muhabere ön büroya" yönlendiriliyorum. Buranın da kaç blok olduğunu bilmediğim hakim ve savcılara özel kapılar, avukatlara indirimli otoparkıyla adeta tıka basa dolu olan adliyede muhaberenin anlamını yitirmiş bir davayı takip ediyorum. 
Benim de içinde olduğum davada taraf olanların yazdıkları savunma dilekçeleri ile sanki İsrail ve Filistin misali füze fırlattığını hissederek. 
Sözlük anlamı gazetecelik meseğimi de ifade eden,  anlamı "Haberleşme, yazışma,iletişim"  olan muhaberenin adliyedeki anlamıysa "kurum içi yazışmalar, savcılık, mahkemeler ve bağlı birimler ile yapılan yazışmalar" anlamına gelirken baba yarısı olduğu söylenen ve babalık yapması gerekirken gerçek düşman gibi ünvanını da kendi lehine kullanarak adliyedeki kurumları arayıp, açtığı davaları kazanma uğruna füze üzerine füze gönderircesine açtığı davalara karşı savunmamızı yapmaya çalışıyorum..
Yazımın başında da belirttiğim gibi gözünü toprak doyursun diye  Selim Eroğlun'a ait bir hikaye vardır. Bu duruma öylesine uyuyor ki sizlerle paylaşmak istedim;
Halinden, yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu. Oradan geçmekte olan ülkenin padişahı, bu gariban adamla ilgilendi ve ona: Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim´ dedi.
Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar, balıkçıya:
Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı´ diyerek alıp sarayına getirdi.
Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti. Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu. Görünüşte beş on altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular, kemik bana mısın demedi. Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu. Bunda bir sır olduğunu anladılar. Bir alimi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular. Alim, kemiği şöyle bir eline alıp baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:
Bu kemik, açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine de yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.."
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi
İşte toprağın ağırlığı insan oğlunu tarttığı ve doyuramadığı vefasız dünya..

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sakinca.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.