Ülkenin hali ortada…
İyi miyim; elbette hayır…
Kötü müyüm; “kötüyüm” dersem; üstelik sıcak bir yuvada elimde çay bardağı varken ve henüz aile acısıyla sınanmamışken; anasını, babasını, evladını, sevgilisini kaybetmiş ve bir çadırda hayata tutunmaya çalışanlara ayıp ederim gibi geliyor…
Öyle araftayım ki; öyle firardayım öyle yastayım ki…
Yazmayı seven, kelimelerle dans eden, kalemi güçlü insanların duygusal zekası çok daha keskin oluyor sanırım… Normal zamanda ödül olan bu kıvrak ve duygusal zeka; zor zamanlarda büyük bir ceza oysa… Çünkü nereye giderseniz gidin; aklınızda ve yüreğinizde olaylar ve insanlar hep sizinle birlikte yol alıyor… İşte bu yüzden iyi bir hafıza en büyük cehennemdir; bunu unutmayı beceremeyenler çok iyi bilir…
İnsanın aklında artçı sarsıntı olur mu hiç; e bakın oluyormuş işte…
En çok da enkazların arasından çıkan aile albümleri yaralıyor beni… Fotoğrafa olan tutkumu beni tanıyanlar çok iyi bilir…
Demir yığınlarının arasından çıkan bir fotoğraf görüyorum; yan yana gülümseyen yüzler şimdi kim bilir hangi toplu mezarlıkta, hangi yabancılarla yan yana yatıyor diye soruyorum kendime?
En çok da birbirine dargın ölen insanları düşünüyorum; aynı masada çay içtiğiniz, dertleştiğiniz, bazen ağlayıp bazen güldüğünüz, sonra da dünyevi sebeplerden dolayı küstüğünüz birinin öldüğünü düşünsenize; özür bile dileyemeden, “Güzel günlerimiz oldu, hakkını helal et” diyemeden… Vedalaşamadan…
Bir insanın yaşayabileceği en ağır vicdani yük budur bence…
Üstelik ben; iletişim fakültesinde okurken “1999 Marmara Depremi’nde basın yayın organlarının yayınları nedeniyle, bedenleri değil ruhları enkaz altında kalanların hikayelerini” anlatan 250 sayfalık bir bitirme tezi yazmıştım… Yazarken yaşamıştım da onca öyküyü; ve 95 puanla geçtiğim o tezi sabahlara kadar yazarken gözyaşlarım ile klavyenin tuşları iki yakın dost olmuştu geceler boyu…
Peki “Ne öğrendin Pınar?” diye sorarsanız; “kırgın da olsam kızgın da olsam aklım hep bir lokma ekmeği paylaştığım insanlarda kalmalı!” hissiyatını öğrenmiştim mesela…
O gün bugündür gücüm yettiğince “ölümlü dünya” gerçeğini hatırlayıp, alttan alan, hep ilk adımı atan taraf olmayı öğrendim…
“Enayi misin!” diyenlere gülümseyip; “Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!” diyerek işi espriye vurmayı öğrendim…
Birisi tüm utangaçlığıyla “Pınar sana ihtiyacım var” dediğinde; “Demek ki önce Allah’tan yardım istemiş, Allah da beni ona göndermiş” diye şükretmeyi, kendimi şanslı hissetmeyi öğrendim…
Karşılıksız sevgimi, saygımı, iyi niyetimi ziyan edenin bile benden bir zarar görmemesi gerektiğini; hayatın kin tutacak, nefret edecek kadar uzun olmadığını, dualarımda onların da yeri olması gerektiğini öğrendim…
… ve fakat hâlâ öğrenemediğim tek bir şey var; acaba yaşarken bizi anlamayanlar; bari öldükten sonra birazcık olsun kıymetimizi anlarlar mı?…